· 

Türkiye'de FARKLI olmak

Kimileri farklı doğar, kimileri farklı olmak için özel çaba harcar.

Saçları turuncuya boyamak, evde fare beslemek, moda dergilerini takip edip, en son trendlere uymak insanı 'farklı' kılmaz; çünkü farklı olmak farklı olmaya çalışmak değildir!


Farklı olmak, başkalarının bize nasıl olacağımızı söyledikleri zaman bile kendi özünden ve ideallerinden vazgeçmemektir; tamamen KENDİN OLMAKTIR; taraf tutmak değil, tavır sergilemektir; hayır diyebilmektir, kendi akıl ve fikirleri ile yaşayabilmektir; bir amaç değil, bir araçtır!

Bazense farklı olmanız, yani "ötekilerden" biri olmanız için ateist, gay, hayat kadını, gayrimüslim, Kürt, Alevi, eş cinsel ve hatta kadın v.b. olmanız yeterlidir; ve aslına bakarsanız Türkiye iki kampa ayrılıyor bu alanda: "Bizlere" ve "Ötekilere."

Toplumsal normlara ve davranış kalıplarına baş kaldıran her birey hemen hemen tüm toplumlarda dışlanmaya maruz kalabilir tabi ki, fakat bu topraklarda yaklaşık 77 milyon insan yaşıyor ve 67 milletten vatandaş var. Haliyle bu kadar 'farklı' insanın bir arada yaşaması kolay değildir.

Farklı olanları "ötekileştirme" toplumumuzda çok yaygın. Mesela Alevilere ya da Romanlara karşı sergilenen ön yargılı yaklaşımın kökenleri Anadolu coğrafyasında çok eskilere dayanır. Kürtlere karşı tavrın kökeni 1920'li - 30'lu yıllardaki Kürt isyanlarıyla ve 1980'den itibaren ortaya çıkan PKK eylemleriyle ilişkili sayılabilir. Kadınların kamu yaşamının kenarına itilmeleri Anadolu kentlerinde eskiden beri var olan bir durumdur. Diğer bir deyişle; toplumdaki ön yargıların pek çoğunun yeni olduğu iddia edilemez. Ancak, laik olanlara karşı olan iktidar kaynaklı ayrımcılık ve baskı, eğitim alanında cemaatlerin faaliyetleri, laik olanların ticari hayattan dışlanması ve içki yasağı gibi konular ile Ramazan aylarında oruç tutmayanlara karşı sergilenen hoşgörüsüzlük, cuma namazına katılma zorunluluğu v.b. toplumsal baskılar eskiden var olmayan yeni bir ortamın eseri olduğunu düşünüyorum. Giyim tarzlarından, siyasi görüşlerinden, ya da ibadet farklılıklarından dolayı toplumsal baskıya maruz kalanlar 'mahalle baskısının' birer örnekleri.

Anadolu'da gençler bir yandan internet ve televizyon aracılığıyla kendi dışlarındaki dünyanın renkli ve özgür ortamıyla tanışırken, diğer yandan yaşadıkları kentlerin kendilerine sunduğu kısıtlı imkânlarla yetinmeye çalışıyorlar. Kendilerini ifade edebilmek, fikirlerini savunabilmek, karşı cinsle ilişki kurabilmek, istedikleri gibi giyinmek, istedikleri tercihleri yapabilmek, yeteneklerini geliştirmek, seyahat etmek, genç olmanın heyecanıyla maceralara atılmak, gezmek, eğlenmek için yaşadıkları kentler onlara pek olanak sunmuyor. Her an gözaltında tutuldukları, giyimlerinden yaşam tarzlarına kadar her davranışlarının kısıtlandığı, muhafazakârlığın baskısı altında bunaldıkları kentlerde yaşıyorlar. Örneğin top sakal, uzun saç ve küpeye gösterilen tepkiler (affınıza sığınarak) "Top musun, tüfek misin?", ya da "Ulan annene benzeyeceğine babana benze" türü hakaretlere yol açabiliyor. Yeri gelince dinlediğiniz müziğe, ya da okuduğunuz kitaba ve dergilere bile tepki gösterilebiliyor.

Can Yücel; "Kulağına küpe takan adamı taşlayıp, g**ümüze kazık sokan adamı ayakta alkışlayan toplumuz" dememiş boşuna...

Ve en çokta kadınlar nasibini alıyor bu baskıdan. Dindarlık arttıkça, örnek genç kız ve kadınların kısa etek giymeleri, lise çağındaki kızların erkek öğrencilerle aynı sınıfta ders görmeleri, birbirini tanımayan kadın ve erkeklerin şehirler arası otobüslerde yan yana oturmaları gibi konularda muhafazakâr tutumlar artmaya başladı.

Geceleri Anadolu, kadınsız erkeklerin yaşadığı, sönük, parıltısız, derin bir sessizliğe gömülmüş sokakların toplamı gibi sanki. Hava karardıktan sonra kentleri, kent olmaktan çok, sıkı bir disipline tabi askeri kampları andırıyor. Geçen sene Hz. Mevlana türbesini ziyaret etmek için Konya'ya gittiğimde bir kez daha şahit oldum bu duruma. Kadınların istedikleri şekilde giyinmeleri, sokaklarda rahatça gezebilmeleri, geceleri sokağa çıkmaları, kadın arkadaşlarıyla bile olsa içkili herhangi bir yere adım atmaları, evlenmemişlerse baba evi yerine kendi evlerinde yaşamaları, erkeklerle arkadaşlık edebilmeleri v.b. kent yaşamının doğal ritüelleri, Anadolu kentlerinde anomali gibi karşılanıyor. Gerçekten de, Anadolu'nun pek çok kentinde, 'günah ve ayıp' tanımları, 'namus' kavramıyla da birleşince, kadınların kendi yaşamları hakkında karar vermelerini, kendi vücutlarına sahip olmalarını, sokağa çıkabilmelerini, erkeklerin tacizinden kurtulup istedikleri tarzda giyinmelerini, kamusal alanlarda erkeklerle eşit ve erkeklerle birlikte yer alabilmelerini engelliyor.

Kadın bedeninin "kışkırtıcı" olduğunu düşünüp, "açık" kadınlara farklı gözle bakan zihniyetlere sesleniyorum: "Sen ne arıyorsan O´sun" demiş Hz. Mevlana; yani insanlar birbirlerinin aynasıdır demek istemiş. "Güzele bakmak değil, GÜZEL BAKMAK sevaptır asıl marifet" diye eklemiş Necip Fazıl Kısakürek. 

Bence bu sorunların temeli, geleneksel düşünce modelinden çıkmadan, kendimizi birden modern, laik bir Cumhuriyet'de bulmamızdan kaynaklandı. Cumhuriyet kuruluşunun ardından her şey o kadar hızlı gelişti ki, birden sıkışıp kaldık bu iki uçurum arasında. 80 yıl içinde 3 adım ileriye, 2 adım geriye gittik; yani kaplumbağa temposuyla ilerledik. Son 10 yıl'da ülkenin ekonomisi bi hayli gelişti, fakat bir ülkenin ilerlemesi/gelişimi sadece ekonomisiyle ölçülmez. Gerçek ilerleme/gelişme kafalarda olur ve olmalı. Entel dantel mekânlara takılmakla, altına son model araba çekip, I-Phone 5 kullanmakla insan "modern" olmuyor. Ülkemiz sadece Istanbul, Ankara, Izmir ya da Antalya gibi modern şehirlerden ibaret değil ki. Modern demek, illa mini etek giymek demekte değil; daha çok zamanın koşullarına uyup, getirdiği yenilikleri hoşgörüyle karşılamak demek aslında.

İnsanlar birbirlerini hoş görmezlerse kavgalar sürüp gider. Her iki tarafın dayatması ile hiç bir çözüm bulunamaz. Toplumda hoşgörü olmazsa, ne ahlak kalır ne saygı ve bir gün yok olur gider manevi değerler.

Insan olmak; her bireyi olduğu gibi kabul etmek, yaşadığı çevre ve dünya'ya saygı duymaktır. Sadece insan olmakla "insan" olunmuyor ne yazık ki.

Ön yargılarımızdan arınmamız gerek. Oturduğumuz yerden karanlığa küfredip, birilerinin yolumuza ışık tutmasını bekleyemeyiz. Karanlıkları aydınlatacak kibrit aslında bizim elimizde; ve sorun aslında hiç bitmeyen iktidar kavgasında değil; sorun "kendimizle" yüzleşip, farklılıklara hoşgörü ile bakmayı ve empati kurmayı öğrenmemizle alakalı.

Kendimizi düzeltmediğimiz sürece bu düzen değişmez...!

Hz Mevlana; "İnsanların savaşı çocukların kavgasına benzer; hepsi anlamsız ve saçmadır"demiş.


Dile, dine, ırka, mezhebe, etnik kökene, cinsiyete; yani insanın "tüm farklılıklarına" bakmadan muhabbet edebiliyorsan İNSANSIN..!

Tüm vatandaşların kendilerini eşit vatandaş hissettikleri bir Türkiye'de yaşamaları dileğiyle..

 

Arzu Şen

 

Kommentar schreiben

Kommentare: 0