· 

Dün vatan haini, bugün vatan şairi; Nazım Hikmet Ran

Memleket hasretiyle memleket dışında ölen ve memleket dışına gömülen en değerli şairlerlemizden biridir Nazım Hikmet. Resmi doğum günü 15 Ocak 1902 olsa da, asıl doğum günü 20 Kasım 1901'dir (ailesi tarafından geç kayıt yaptırılmıştır). 

 

Hayatının çoğu kısmını hapishane ya da sürgünlerde geçirmiştir...

 

Memleketinde zorlu ve çileli günler yaşamasına rağmen umudunu ve inancını hiç bir zaman kaybetmemiştir. Ceza evindeki günlerini bile boş geçirmeyerek mektuplarıyla Kemal Tahir'i, konuşmalarıyla da Orhan Kemal ve İbrahim Balaban'ı yetiştirmiştir.

 

Ona yapılan en büyük kötülük, onu memleketinden uzaklaştırmak olmuştur...

 

Vatan hasreti onu yiyip bitirmiş olsa bile, en büyük ilhamı olmuş ve bize sayısız birbirinden değerli şiirler kazandırmıştır...

 

Ülkemizde bu güne kadar eserleri en çok yabancı dile çevrilmiş şairimizin Türkiye'de kitapları 29 yıl basılmamıştır.

 

Türk vatandaşlığından çıkartılan Nazım Hikmet, 5 Ocak 2009, yani ölümünden ancak 46 yıl sonra tekrar T.C. vatandaşlığına geri alınmıştır (ülkemizde alışık olduğumuz "ölünce daha kıymetlisin" anlayışı var ya hani).

 

Siyasi tavrı eleştirilebilir ama şiirleri bazı algılamalardan sıyrılarak okunması gereken şairdir. Tıpkı Necip Fazıl Kısakürek gibi.

 

Nazım Hikmet sadece sistem düşmanıydı, insan ve vatan düşmanı değil!

 

Ayrıca Kurtuluş Destanı gibi bir eser çıkartabilen bir insan nasıl vatan haini olabilir ki (bu destanı faşist milliyetçi olarak tanınan Alparslan Türkeş bile seslendirmiştir)! Siyasi kimliği, dünyada kendini kanıtlamış şair kimliğinin asla önüne geçmemeli...

 

Ölümünden 2 yıl önce, yani 11 Eylül 1961'de Doğu Berlin'de yazdığı otobiyografisinde kendisinden dinleyelim Nazım'ı:

 

"1902 de doğdum. Doğduğum şehre dönmedim bir daha; geriye dönmeyi sevmem. Üç yaşımda Halep'te paşa torunluğu ettim. On dokuzumda Moskova Komünist Üniversite öğrenciliği, kırk dokuzumda yine Moskova da Tseka-Parti konukluğu ve on dördümden beri şairlik ederim. Kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir; ben hasretlerin. Kimi insan ezbere sayar yıldızların adını, ben hasretlerin. Hapislerde de yattım büyük otellerde de. Açlık çektim, açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir. Otuzumda asılmamı istediler, kırk sekizimde barış madalyasının bana verilmesini; verdiler de. Otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu. Elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Prağ'dan Havana'ya. Lenin'i görmedim; nöbet tuttum tabutunun başında. 924 de 961 de ziyaret ettiğim anıt kabri kitaplarıdır. Partimden koparmaya yeltendiler beni, sökmedi. Yıkılan putların altında da ezilmedim. 951 de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün. 52 de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü. Sevdiğim kadını deliler gibi kıskandım. Şu kadarcık haset etmedim Şarlo ya bile. Aldattım kadınlarımı. Konuşmadım arkasından dostlarımın. İçtim ama akşamcı olmadım. Hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı. Ne mutlu bana başkasının hesabına utandım, yalan söyledim. Yalan söyledim başkasını üzmemek için; ama durup dururken de yalan söyledim. Bindim tirene, uçağa, otomobile; çoğunluk binemiyor. Operaya gittim, çoğunluk gidemiyor; adını bile duymamış operanın. Çoğunluğun gittiği yerlere de ben gitmedim 21 den beri; camiye, kiliseye, tapınağa, havraya, büyücüye. Ama kahve falına baktırdığım oldu. Yazılarım otuz kırk dilde basılır, Türkiyem de Türkçemle yasak. Kansere yakalanmadım daha, yakalanmam da şart değil. Başbakan filan olacağım yok, meraklısı da değilim bu işin. Bir de harbe girmedim. Sığınaklara da inmedim gece yarıları. Yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında. Ama sevdalandım altmışıma yakın. Sözün kısası yoldaşlar; bugün Berlin de kederden gebermekte olsam da insanca yaşadım diyebilirim; ve daha ne kadar yaşarım, başımdan neler geçer daha kim bilir..." Kendisini işte bire bir bu satırlarla özetler.

 

Başka bir zamanda da şunları der; "Ben bir insan, ben bir Türk şairi Nazım Hikmet. Ben tepeden tırnağa insan; tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret..."

 

Ardından "Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni, ve de uyarına gelirse tepemde bir çınar olursa, taş maşta istemez hani..." diyerek son vasiyetini dile getirir, fakat vatan haini olduğu gerekçesiyle vatandaşlığı elinden alınan Nazım Hikmet, 3 Haziran 1963 yılında kalp krizi geçirip, hayata veda eder ve son vasiyeti yerine getirmeksizin vatanından uzak Moskova'da toprağa verilir...

 

Nazım'ın naaşının hala çok özlediği yurduna getirilmemesinin nedeni nedir? Ortada tonca hortumcu, katil, siyasal kasap cirit atarken düşünmekten başka bir şey yapmamış, tek sözde suçu bu olan, dünya çapındaki edebi gücü önünde bütün alemin saygıyla eğildiği bir değerin mezarının hasret kaldığı ülkesine getirilmemesinin sebebinin arkasında ne niyetler vardır? Bunların hepsi cevaplanması gereken ve yıllardır yurdum insanının birbirine sorduğu ''Ne olacak bu memleketin hali? '' sorusu gibi bunun da cevabı olmayan en acı ama en gerçek örneklerinden biridir.

 

Ama doğru ya...Yer üstündeki aydınlarımızı yiyen bu düzen, yerin altında aşık olduğu toprağa kavuşmuş Nazım'ı rahat bırakmaz tabi..Bu saatten sonra da onun huzurunu bozmaya kimsenin hakkı yok.

 

"Sen esirliğim ve hürriyetimsin, çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin, sen memleketimsin. Sen ela gözlerinde yeşil hareler, sen büyük, güzel ve muzaffer ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin..." dizelerini yazarak vatan hasretini her fırsatta türlü türlü, birbirinden güzel şiirlerinle dile getiren mavi gözlü dev; sen iyi ki vardın ve iyi ki aşık oldun vatanına ve kadınlara, yoksa biz bu güzellikleri hiç bir zaman göremeyecektik. Onurunla toprağa karışarak bizden uzakta yaşamak zorunda bırakıldığın için mutsuz olsan da bu topraklarda her zaman yaşadın, yaşatıldın ve yaşatılacaksın! Benim gibi, bizim gibi, binlerce, yüz binlerce insanın kalbindesin, yani memleketindesin...

 

Rahat uyu...

 

Arzu Şen

 

Kommentar schreiben

Kommentare: 0