· 

Hey gidi çocukluk yıllarımız....

Çocukluk dediğimiz zaman, akla genel anlamda korkmak ve hayranlık arasındaki iklimde kalmak, hayata toz pembe gözlüklerle bakmak, dertsiz tasasız, temiz ve hiç el değmemiş hayat gelir. Hatıralarımız ise yaşadığımız döneme göre değişir. Genel manada bir anne ata sözüne bakılırsa; "Ekmek elden, su gölden" dönemidir.

Çocukluğumuzda ne statü ayırımını bilirdik, ne de fakir zengin uçurumunu...

Elimizdekileri paylaşır, el ele oyunlar oynar, birlikte hayaller kurardık. Kimi zaman saatlerce misket oynar, kimilerimiz ezan sesi (Almanya'da kilise çanları) duyana kadar top arkasından koşardı. Saklambaç, yakar topu, uzun eşek, ortada sıçan, evcilik oyunu, ip atlama, dokuz taş, istop oyunlarını kim hatırlamaz ki?

Ve nasıl da inanırdık her şeye...

Bizi leyleklerin getirdiğine, uğur böceklerine, yaramazlık yaptığımızda bizi öcülerin yiyeceğine, masallara, kahramanlara...Mandallarla kulaklara küpe yapardık ve annenin baş örtülerinle dansöz kıyafetleri. Uçurtmalar uçurur, kuş gibi uçmayı hayal ederdik...Çocukken hepimiz eşittik. Ne statü kavgası, ne kadın erkek ayırımı, ne de insanları hor görme tasası...ve anlam veremezdik büyüklerin birbirlerine neden sürekli yiyip durduğunu...

Savaşın anlamını bilmezdik...

Olsa olsa ancak gazoz kapakları için verilen savaşı bilirdik, olmadı yastık savaşı; ve en fazlası 42 renk Faber Castell kalemleri, ya da BMX bisikleti olanları kıskanırdık. Balonlara su doldurur, binanın çatısından geçen arabalara atar, komşuların ziline basar kaçardık. Bin bir yaramazlığın ardından, anneden dayak yer, yine "anne" diye ağlar, ama yaramazlıklarımızdan yine de vazgeçmezdik...

Takunya terlikle takır tukur ortalıkta dolaşırdık. 5 kapak biriktirince bedava bir gazoz veya vişneli meyve suyu içmek, bir simit yemek için can atardık. Varlıkla yokluk arasında büyüdüğümüz için şımarıklık nedir bilmezdik, hatta ekmek düştüğünde 3 kere öperdik; nimetin kıymetini iyi bilirdik...

Arkadaş ve kardeşin arasındaki farkı bile bilmezdik, çünkü herkes kardeşti. Birde kan kardeş olduklarımız vardı...

Bayramları dört gözle beklerdik...Bir gün öncesinden heyecanla hazırlanır, sabah erken kalkardık. Bir şeker, belki de iki kuruş harçlık için usanmadan kapı kapı gezer, ne mutluluklar yaşardık. Mahallede çocukları toplar, kim en çok şeker veya parayı topladı diye birbirimizle yarışırdık...

Belki fakirdik, belki cahildik, ama çok mutluyduk...

Kışın cam kenarlarında belkide saatlerce kar yağmasını beklerdik dört gözle. Yağdığında dışarı koşar, deli gibi kar tanelerini yakalamaya çalışırdık. Bunu yaparken deliler gibi coşar, eğlenirdik. Yağmur yağdığında "Yağmur yağıyor, seller akıyor, Arap kızı camdan bakıyor"şarkısını söyler, dışarı çıktığımızda su birikimlerine zıplardık.

Annem bizi ekmek veya gazete almak için bakkala yolladığında, para üstüyle tipi tip sakız veya çokokrem almanın heyecanını yaşardık (az düşmedim İstanbul-Pendik'de evin arkasındaki o meşhur marketimize koşarken). Apartmanımızda Burak, Esra ve Sinem diye çocukluk arkadaşlarım vardı (hala görüştüğüm). Sokaklarda yaptığımız yaramazlıkların haddi hesabı yoktu. Yeri gelince kavga ederdik, hatta küserdik, ama yabancı çocuklara karşı kenetlenir, birbirimize kol kanat gererdik...

Televizyon'un tek kanallı egemen olduğu dönemde yaşadığımızdan, (annemin dantelleriyle süslenmiş) TV karşısına geçer, pür dikkat her haltı izlerdik. Açılış kapanış bu arada Anıt Kabır tablosu ve İstiklal Marşı'yla olurdu ve bizde askerlere özenip ayakta "hazır ol" duruşuna geçerdik (Almanya'da yetiştiğim ve yazdan yaza Türkiye'ye geldiğim halde unutmadım bu anılarımı).

12 Eylül nedir bilmezdik... 

Taa ki bindiğimiz otobüsler ''Anarşist aranıyor'' diye basılana kadar (annemle seyahat ederken bir çok kez şahit olmuşumdur 80'lerde).

Birde yazdan yaza köye gittiğimiz tatiller vardı...

Anneannemizin anlattığı cinli minli hikâyeleri dinler, geceleri de uyumayı bırakın, korkudan lavaboya dahi gidemezdik. Ateşte mısır pişirdiğimiz, ormanda salıncakla sallandığımız; elma, armut, böğürtlen ağaçları, fındık bağları arasında oyunlar oynadığımız dönemleri asla unutmam. Dedem iri yarı bir adamdı, çok sert görünürdü. Ondan korktuğum halde sevgi dolu bakışları da gözümden kaçmazdı...

Bizim zamanımızda internet yoktu, ama gerekte yoktu...

Onun yerine radyo, daktilö (abimin meşhur yeşil daktilösü), kaset, VHS, walkman, Atari oyunları, Commodor 64 ve meşhur çevirmeli ev telefonları vardı. Mektuplar elle yazılırdı ve postaneler dolup taşardı. Değer kavramı çok farklıydı. Internet olmadığı halde, nice elektrik ve su kesintilerine rağmen, kendi dünyamızda çok ama çok mutluyduk...

Müzik gençliğimizin önemli bir parçasıydı. Klipler yeni yeni çekiliyordu. Madonna (bu arada ben Madonna ve Maradonayı kardeş sanardım), Michael Jackson, Samantha Fox, New Kids on the Block (ilk boygroup), Modern Talking, Barış Manço, Sezen Aksu, Ajda Pekkan, Ümit Besen, Bergen, Nena ve nice nice sanatçıların poster ve kasetlerine sahip olmak için adeta birbirimizle yarışırdık. Olmadı kasetçiye gider, karışık kaset doldurttururduk...

Dolmuşlarda dinlediğimiz arabesk parçaları da efsaneydi tabi...

Ferdiyle ağlar, Müslüm'le isyan eder, İbo'nun "Ayağında kundura" parçasıyla duygulanır, kimimiz Orhan baba'nın "Batsın bu dünya" bestesiyle kadehlerin masalarda kırıldığına şahit olurduk. Ümit Besen'in "Gelin olmuş gidiyorsun" ve Cengiz Kurtoğlu'nun "Liselim" parçaları da hafızalarda kalan, döneme damgasını vurmuş eserler arasındaydı (annem sağolsun bizim evde sabahtan akşama kadar Neşe Karaböcek dinlenirdi). Kardeşimle benim en çok sevdiğimiz parçalar ise Barış Manço'nun "Domates, biber, patlıcan" ve İbo'nun "Dom dom kurşunu" parçaları hiç dilimizden düşmezdi...

"Ice Ice baby", "You can't touch this" (bilhassa meşhur dansı), "Hello Africa kemi hay du", "Pump up the jam," "Şeri şeri leydi" parçaları herkesin ezberindeydi; Lambada dansı ve Moonwalk adımlarını da herkes taklit etmeye çalışırdı. Bu şarkıları dinlemek için kasetleri A tarafı, B tarafı, ileriye sar, geri sar diye diye uğraşır dururduk; ama onun bile tadı başkaydı (CD yıllar sonra çıktı. Tarihte ilk basılan CD Dire Straits'in "Brothers in Arms" CD'sidir).

Eskiden sanatçı bolluğu da yoktu...

Gazinoların dolup taştığı bir dönemdi. İnsanlar ailece gider, Zeki Müren, Bülent Ersoy, Muazzez Abacı, Ajda Pekkan gibi dev sanatçıları izler, ayakta alkışlardı (bölük pörçük hatırlarım). Sanatçıya karşı bambaşka bir saygı duyulduğu ve çok yaşamak istediğim bir dönemdi...

Birde meşhur diziler vardı... 

"Gölgelerin gücüne" HE - MAN demek, Kara Şimşek, Ghostbusters, Bill Cosby, Lassie, Pembe Panter, Signore Rossi, Muppets Show, Susam Sokağı, Speedy Gonzales, Tom & Jerry, A Takımı, Mc Gywer, Brezilya dizileri (Köle Izaura) ve bilmem hatırlarmısınız (benim şahsen bayıldığım) "Benny Hill Show" vardı. Bunlar ve bir çoğu favorilerimiz arasındaydı...

Sinemaya gitmek olaydı o zamanlar...

Flashdance, Indiana Jones, Yıldızlar Savaşı, Grease, Top Gun, tüm Eddie Murpy, Bruce Lee filmlerini izlemek için insanlar sıralara girer, günlerce filmi konuşurlardı...

Yeşilçam o zamanlar Beyoğlu'nda sadece bir sokağın adı değildi...

Yeşilçam dediğimiz zaman aklımıza hemen Tarık Akan, Türkan Şoray, Ediz Hun, Filiz Akın, Kadir Inanır, Hülya Koçyiğit, Gülşen Bubikoğlu gibi dev aktörler gelir. Bize kazandırdıkları nice filmleri hala TV de izler ve o masum döneme imrenir, hatta zaman zaman özlem duyarız...

Ve hepimizin ortak sevdası Kemal Sunal. "Şaban" tabiriyle gönüllerimize taht kurmuş, bizi güldüren, ağlatan, düşündüren sanatçı. Hala filmlerini izler, kahkaharla güleriz, çocukluğumuza geri döneriz...

Çocukken kahraman haline getirdiğimiz veya çocukluğumuzla bağdaştırdığımız bir çok sanatçının ölümüne tanık olmak acı veriyor insana haliyle; çünkü zamanın durmadığını hatırlıyoruz ve hayatın gerçekleriyle yüzleşiyoruz her kayan yıldızla...

Bilmezdik büyüyünce bizi nelerin beklediğini, çabucak büyümek isterdik...ve büyüdük...

Büyüdükçe acılarımız da büyüdü. Hayat yenilgileri, çaresizlikler, acı tatlı tecrübeler bizi bambaşka limanlara sürükledi...

Teknoloji geliştikçe değerlerde azaldı...

Her ne kadar da bolluk içinde büyümediysek, son nesil sokakta yetişmiş çocuklardan biri olmaktan mutluluk duyuyorum. O günleri hatırladıkça "Hey gidi günler hey" diyerek, acı tatlı hatıralarıma gülümsüyor, zaman zaman da duygulanıyorum.

İnsan belki yaşlanır (yaş alır), ama içindeki çocuk asla ölmez. Benim neslimde büyüyen tüm "büyük" çocuklara ve çocukluk arkadaşlarıma selam olsun...

 

Arzu Şen

Kommentar schreiben

Kommentare: 0